ÖLÜM KORİDORU
Bu çalışma giderek anakronizme teslim edilip önemsizleştirilen Diyarbakır vahşet üssünde yaşanan insanlığın çıldırma anını yeniden ifşa etmek amacıyla yapıldı. Esas olarak da barbarlığın sistemik türevi olan işkenceye karşı gözlerini kaçırmak isteyenleri dürtmek amacıyla bu kitap hazırlandı. İşkencenin sıradanlaşmasına, hesap sorulamaz büyüsüne çomak sokmak için bir hafıza tazelemenin kaçınılmazlığı ortadadır. İşkencenin kural haline gelmesine karşı giderek istisnalaşan vicdanları çoğaltmak ve yeniden üretmek için ifşa kaçınılmazdır. İşkenceyi yenecek olan siyaset değildir. İşkenceyi geriletecek belki de tek şey vicdandır. Bu kitap esas olarak vicdanlara dokunmak için yazıldı.
Vicdanı dürtme amacı taşıyan bu dramatik öykünün ana karakteri Hamit Kankılıç’tır. Kankılıç, 12 Eylül öncesi Diyarbakır cezaevine alınan ve tüm ayrıntılarıyla Diyarbakır zindanına tanıklık etmiş biridir. Tabii tüm işkence biçimlerini neredeyse çıldırma noktasında iliklerine kadar yaşayan ve çok ağır bir depresyon yaşayıp hayata yeniden tutunan biri olarak Diyarbakır sürecini ifşa etmek için mücadelesine devam ediyor. En önemli dileği de bu vahşet üssünün bir müzeye dönüştürülmesidir. İşkencenin mutlak iğrençliğine tanıklık etmesi için...
ÖLÜM KORİDORU
İnsana uygulanan şiddetin nasıl acımasız ve pervasız noktalara varabileceğininen iyi örneği, kuşkusuz Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlardır. Elimizdeki kitap, Hamit Kankılıç’ın bir dönem bulunduğu bu vahşet üssünde tanık olduğu çıldırma anlarını okurlara sunuyor. Kankılıç’la yapılan söyleşi, zamanla önemsizleştirilen bu cezaevinde yaşananları, yani bir anlamda unutulmaya terkedilen hakikati yeniden günyüzüne çıkarıyor. 1980 Haziranı’nda siyasî düşüncelerinden dolayı tutuklanıp cezaevine konan Kankılıç, Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırıldı. Kankılıç, tam yirmi yıl boyunca çeşitli cezaevlerinde yattı.
Erkan Canan, Radikal Kitap, 16.09.2011
Diyarbakır’daki Vahşet ‘Ölüm Koridoru’nda
İstanbul - 12 Eylül darbesini ve Diyarbakır cezaevinde yaşayan Hamit Kankılıç yaşadıklarını “Ölüm Koridoru” adlı kitapta yazdı. Avesta yayınlarında çıkan kitap tarihe tanıklık edecek nitelikte.
Diyarbakır Cezaevi ile ilgili bugüne kadar birçok kitap, makale yazıldı ve belgesel yapıldı. “Ölüm Koridoru” kitabı yazılanlardan ve yapılanlardan farklı. Çünkü çok daha somut yazılmış, yani olan-olmayan, yapılan-yapılmayan, mücadeleden düşen ve mücadeleye devam edenlerle ilgili çok yalın bir dil kullanılmış. Hani insanın içinden gelir ya, yaşadıklarını kaleme döker ve yaşanmışlıklarını anlatmaya başlar. Ölüm Koridoru kitabını okuyunca insan içindeki en gerçek haliyle yüzleşiyor. Yüzleştikçe yaşananlara karşı kendini sorumlu hissediyor, sorguluyor. Bir kuşağın yaşadıklarında kendisini buluyor. İşkence karşısında direnen bedenler, direnen irade ve direnen iradedeki zaferi görüyor. Kitapla ilgili Hamit Kankılıç’li Diyarbakır İşkencehanesi’nde teslimiyet ve zafer arasındaki ince dokuyu konuştuk.
Nasıl yakalandınız? İkinci yakalanmanız bir takip sonucu olmuş sanırım. Ve oradan Diyarbakır Cezaevine götürüldünüz değil mi?
– İlk yakalanmam, 30 Temmuz 1979’da Bucak aşiret reislerine karşı hareket olarak silahlı bir mücadele dönemi başladı. Bu mücadele saflarında ben de yer alıyordum. İşte tam da bu dönemde Ekim 1979’a doğru devlet tarafından genel bir operasyon başlatılmıştı. Ben de o dönem yakalandım. Yaklaşık 40 gün işkence ve gözaltı süreci yaşadım. Bu benim ilk gözaltım ve tutuklanmamdı. Daha sonra cezaevinden çıktım ve tekrar mücadeleye devam ettim. İkinci yakalanmama, 26 Haziran’da bir ihbar sonucu Siverek’te sahte kimlikle yakalandım. Sahte kimlik taşımama rağmen adım ve soyadımın poliste mevcut olduğunu sonradan öğrendim. Ve nasıl yakalandığımdan bahsederek devam edeyim. 26 Haziran günü Siverek’te Belediye başkanıyla karşılaştım, bana “Seni arıyordum, seninle önemli bir konuyu görüşmem gerekiyor’’dedi. Belediye Başkanı’yla birlikte bir terzi dükkânına girdik. Sohbet etmeye başladığımızda bir polis ekibi dükkânın karşısında durdu, ekip benim çıkmamı bekliyordu. Bucaklar tarafından tehdit edildiği gibi şeylerden bahsediyordu. Polisler dükkânın önünde durmuş, çıkmamı bekliyorlardı. O anda benim için durduklarını anladım. Ve yaklaşık bir saat dükkânın içinde oyalanmaya ve soğukkanlı olmaya çalıştım. Dışarıya çıktım. Bana “Dur!” diye bağırdılar; duymazlıktan gelerek sanki bana demiyorlarmış gibi davrandım ve adımlarımı hızlandırdım, fakat yaz olduğundan dolayı insanlar dışarıda tabureler atmış oturuyorlardı. Bir de insanlara gelmesin diye üzerimde silah olduğu halde ona da dokunamadım. Tam köşeye yetiştim ki, köşede asker silahı göğsüme dayadı. “Eller havaya!” dediler ama ben ellerimi kaldırmadım. Tabii o anda tüm geçmişim gözlerimin önünden geçmeye başladı. Çünkü gerçekti an artık. Çok ağır cezalar vereceklerini, belki bir daha oraları göremeyeceğimi biliyordum. Yakalandığım sahte kimliğin sahibinin evine de Kemal Pir’i yerleştirmiştik. Bana kaldığım evi sordular, ben de onları eve götürdüm. Evde anneme oğlun var mı diye sordular, annem “yok’’ dedi. Daha sonra bana gelip sordular: Anneniz böyle bir oğlumuz yok diyor dediler. Ben de arabanın içinde anneme seslenerek “Ben oğlunuz Ferit değil miyim dedim”. Ondan sonra annem “Evet oğlumdur” dedi. Ve komşu kadınlar da “Evet, bu oğlu Ferit’tir diye desteklediler. Evin tam karşısında bir bakkal vardı, ona da sordular. O “Hayır, tanımıyorum” dedi. Bakkal korktu. Panik halindeydi. Oysa aynı mahallenin insanlarıydık. Fakat adam çekindi, söylemedi.
Gözlerimi bağladılar. Siverek’te yatılı bölge okulunu komando tugayına çevirmişlerdi. Beni oraya götürdüler, götürüldüğüm sırada herhangi bir kötü muameleye maruz kalmadım. Üst düzey komutanlardan biri gelip biri gidiyordu. Her defasında gelip “Senin ismin Hamit Kankılıç değil mi? Bağırarak “İsmini söyle?” diyorlardı. Ben de “Hayır diyip sahte kimlikte yazılı olan adı söylüyordum. “Biz daha önce sizin mahalleye geldiğimizde önümüzde kaçan sendin, seni tanıyoruz. Sen Hamit Kankılıç’sın” dediler. Ben de ısrarla “Hayır, insanlar birbirine benzer’ diyerek o olmadığımı kanıtlamaya çalıştım. Bir gün orada kaldıktan sonra akşamüstü beni Urfa’ya götürdüler. Urfa’da o akşam herhangi bir işkence, dayak vb. şeylerle karşılaşmadım. Urfa’da beni bir yere kelepçeleyip sabaha kadar beklettiler. Sabah olunca işkence mesaileri başladı. Filistin askısı, falaka, elektrik, kaba dayak ile birlikte hem psikolojik hem fiziksel işkence yöntemlerine maruz kaldım. Toplam 7–8 gün Urfa’da kaldım. O süre boyunca hiçbir insani ihtiyacımın karşılanmasına izin verilmedi. Ve tuvalete bile götürülmüyordum. Sorgu esnasında Bucak aşiretine mensup olan bir kişi sorgu odasına gelerek bana “Sen Hamit Kankılıç’sın” dedi. Ondan sonra gerçek ismimi inkâr etmemin hiçbir anlamı kalmamıştı.
Kitabınızda ilk ve ikinci yakalanışınızda sizi boş bir depoya götürdüklerinden bahsediyorsunuz. O deponun sırrı neydi?
– İşte o depo Deve Geçidi denilen yerdeydi. 1979’da yakalandığımda da deve geçidine getirmişlerdi. Deve Geçidi’nde bir sürü işkencelere maruz kalmıştım. O Deve Geçidi denilen yer Diyarbakır’a giderken sadece askeri malzemelerin olduğu boş bir alandır. Son yakalanışımda beni oraya götürdüklerinde Urfa Grubu olarak tabir edilen 3-4 kişiden oluşan bir gruptu. Ben, Cevdet Kangal, yaşlı bir amca, Salik Kandal’ın amcası, bir de Urfa’ da Yaşar Adanur diye bir arkadaş vardı. Urfa sorgusundan çıktıktan sonra biz 4 kişiyi o depoya o bahsedilen depoya götürdüler. Orada tahminen 3-4 gün kaldık ve kaldığımız süre boyunca kaba sorgunun dışında ciddi işkencelere maruz kalmadık. Bu depoya götürülmemizin amacı daha önceki yerlerde sorgu sırasında yapılan işkencenin izlerinin silinmesini beklemekti. Çünkü o işkence izleriyle savcıya çıkarılmamız istenilmiyordu. 7 Temmuz’da savcının karşısına çıkarıldım. Tutuklandım. Beni tutuklayan savcı, Cahit Aydoğan, daha sonra PKK’nin ana davasının da savcılığını üstlenen kişiydi. Beni Diyarbakır’da askerler için yapılan 1 No’lu denilen Cezaevine koydular.
O cezaevi o tüm vahşetin yaşandığı meşhur cezaevi değil, değil mi?
– Hayır, bahsettiğim cezaevi 1 No’lu cezaevi. Cezaevinin içerisinde küçük bölümlere ayrılmış onlarca bölüm bulunmaktaydı. Bu bölümlerin bazılarını disiplin suçundan dolayı cezaevine konulan askerler için düzenlemişlerdi. Aynı zamanda 1 No’lu gibi bölümlerine de 1971 yılında sıkıyönetim ve darbe sürecinde Diyarbakır bölgesinde yakalanan siyasi tutsaklar götürülüp konuluyordu. Cezaevinin içinde kör hücreler vardı. O hücrelerin birinde İbrahim Kaypakkaya da katledilmişti. Cezaevi küçük olmasına rağmen o kadar çok tutuklu vardı ki; insanlar koridorlarda, görüş kabinlerinin yerinde, idarenin odalarında tutuluyordu. Çünkü mevcut kapasite çok aşılmıştı. 1 No’lu Cezaevinde, 12 Eylül 1980 darbesine kadar haftada ya da iki haftada bir rutin aramalar yapılmaktaydı. Hatta bayramda tutsakların birbirine gidip gelmelerine izin veriliyordu. Üzerimizdeki baskı ve disiplin nispeten daha azdı. Fakat cezaevinde okuyabileceğimiz herhangi bir kitap bulunmuyordu. Yalnızca günlük gazeteler vardı. Güncel haberleri radyodan takip ediyorduk. Ancak, 12 Eylül darbesiyle birlikte idare ve idarenin yönetim anlayışı değişti. Temmuz’un sonunda bizi yeni cezaevine götürdüler. Bizi götürdükleri cezaevi bir tarihe işkenceleriyle, ölümleriyle tanıklık edecek o meşhur Diyarbakır 5 No’lu askeri cezaeviydi. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevinin kapısından ilk girdiğimde ilk fark ettiğim şey cezaevinin yeni yapılmış olduğuydu. Cezaevinin inşaatı bitmiş, ranzaları atılmış ancak kaba şeyler hâlâ yerinde duruyordu. Her tarafı demir kapılarla örülü olan cezaevinde seslerin birbirini duymadığı, tutsakların birbirlerinin yüzlerini görmediği yeni bir dünya yaratılmış gibiydi. Ve şehir dışında olması sebebiyle bizde artık son durak olduğu hissi uyandırmıştı.
Diyarbakır Cezaevi denilince hep Esat Oktay’ı hatırlarız. Fakat, Gestapo Mevlüt adını ilk kez kitabınızda görüyoruz. Gestapo Mevlüt’ten de Esat Oktay kadar işkenceleriyle nam salan birinden bahsediyorsunuz. Kimdir bu Gestapo Mevlüt ve bu ismi nereden almıştır? Gestapo Mevlüt’ün darbe döneminde mi oradaydı?
– 12 Eylül darbesiyle birlikte mazgal deliklerinden koğuşlar kontrol edilmeye başlandı. İlk günden itibaren kapı mazgallarına sert bir şekilde vurmalar, biz tutsaklara küfürlü hakaretler başladı. Ekim’in başından itibaren 1 No’lu Cezaevinden bütün tutsakları 5 No’lu Cezaevine getirdiler. O esnada Gestapo Mevlüt’ün de ismi havadislerle dolaşmaya başladı. Bir gün idarenin değiştiğini ve kısa boylu, esmer ve yüzü korku filmlerindeki kötü karakterleri andıran biri geldi. Bundan sonra buranın idaresinin ondan sorumlu olduğunu söyledi. Elinde kelepçe zinciriyle gelen ve “Bu benim tespihimdir” derdi. Koğuşları dolaşırken “Ben istediğimde her şeyi yapabilecek ve yaptırabilecek biriyim’’ derdi. Gestapo Mevlüt’le ilk tanışmamız bu cümlelerle oldu. Daha sonraki dönemde falakaya götürülen tutsakları elinde bulunan zinciriyle işkence yaptığını gördüm. Biz, PKK davasından yatanlar, 22. koğuşta kalıyorduk. Alt katımızda DDKD’liler kalıyordu. DDKD’ liler ile idarenin ilişkisi oldukça iyiydi, herhangi bir problem yaşamıyorlardı. Bu duruşlarından dolayı aramızda bir dayanışma yoktu. Örneğin, alt katımızda su almaya geldiklerinde “Siz böyle siyasi şeyler yapmasaydınız bu darbe olmazdı, şimdi bizi katliama getireceksiniz’’gibi idarenin kullandığı dille bize sözlü saldırıda bulunuyorlardı. Yeni gelen arkadaşlarımız 33. Koğuşta kalıyorlardı. 33. Koğuşun fiziki kapasitesi daha kullanışlıydı. Bir gün Gestapo Mevlüt DDKD’lilerle olan yakın ilişkisinden dolayı onlara seslenerek “Merak etmeyin onları buraya getireceğim, sizi de oraya koyacağım’’ dedi. Birkaç gün sonra onları 33. Koğuşa götürdüler, arkadaşlarımızı da 18. Koğuşa koydular. 18. Koğuş, 15 kişilikken getirilen arkadaşlar 50 kişiydi. Bu kötü uygulamalar arkadaşları bir süre sonra rahatsız etmeye başlamış ve onların tepki vermelerine neden olmuştu.
Kitapta 12 Eylül darbesi kendisini Diyarbakır cezaevinde Esat Oktay’la gösterdiğini beyan ediyorsunuz. Esat Oktay’ın Diyarbakır cezaevine gelmesiyle değişen şeyler neydi?
– Esat Oktay’ın gelişi ve politikaları Kemal Yamak Türkiye gladyosunun kurucularından olan bu adam bizzat Demirel’in, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’den özel isteğiydi. Diyarbakır kolordu komutanlığına yaş kararı olmadan atanmıştır. Bu, anılarında 12 Eylül ertesinde özel olarak bir devlet kararı olduğunu, stratejik bir politika olduğunu, Diyarbakır’daki cezaevindeki yeni bir Kürt sorununa yönelik mücadele olarak geliştirmiş bunun bastırılması ve tasfiye edilmesine yönelik olduğunu söylemiştir. Esat Oktay’ın geldiği dönemde cezaevinde baskılara karşı açlık grevleri vardı. Biraz bu süreçten bahsetmek istiyorum. O dönemde birkaç arkadaş savcılığa çıkarılmıştı. Arkadaşlarımız tekrar cezaevine getirildiklerinde başka bir hücreye konulduklarını ve açlık grevine başladıklarını duyduk. Biz de o dönem baskılara karşı ne tür bir direniş göstereceğimizi tartışıyorduk; fakat henüz tarihini netleştirmemiştik. Arkadaşların hücreye atıldığını ve açlık grevine başladıklarını duyunca biz de 1 Ocak 1981 günü açlık grevine girme kararı aldık. Bu karardan sonra koğuşlarımız zorla basılmaya başlandı, arkadaşlarımız ve bizler dövüldük, darp edildik ve sorguya çekildik. Psikolojik olarak baskı uygulayarak açlık grevimizi kırmaya çalışıyorlardı. 12 günlük bir açlık greviydi. İdareye verdiğimiz dilekçede açlık grevimizin süresini belirtmemiştik. Açlık grevi bitmesine rağmen baskılar sürüyordu. Şubat ayının başında idare iç yönetiminin değiştiğini bildirdi. Bir gün, cezaevinin koridorlarında komando yürüyüşü ve marşlarıyla 4. kattan sesler duyduk. Askeri nizamda, postallarını yere vura vura marş söyleyenlerin başında Esat Oktay vardı. İç güvenliğin değişmesi ve Esat Oktay’la karşılaşmamız böyle oldu. Koridorun başında duran Esat Oktay, “Ben bir askerim, asker asla yalan söylemez, yapacaklarımı göreceksiniz; ben söylediklerimi yapan biriyim. Hepiniz buna tanık olacaksınız’’ gibi tehdit edip gitti. Bu tehditlerden sonra bu sürecin kolay olmayacağını, devletin politikalarının çok farklı olduğunu ve hedeflerinin çok farklı olduğunu anladık.
Esat Oktay’la birlikte işkence sistematik olarak başladı. Tutsaklar hücrelerden çıkarılıp falakaya yatırılıyorlardı. Her gün düzenli olarak ellerimiz ve ayaklarımız sopalarla dövülüyordu. Ellerimizi ya da ayaklarımızı uzatmadığımızda maruz kaldığımız şiddetin yoğunluğu iki katına çıkıyordu.
Esat Oktay’ın özel kodlarından bahsediyorsunuz; örneğin, evet ya da hayır denildiğinde farklı işkence metodları uyguluyormuş. Neydi bu özel kodları?
– Evet böyle kodlar vardı. Mesela banyo yapmak istiyor musunuz demek lağım pisliğinin içine götürülüp batırılıp çıkarılmak demekti. Yemek yemek insan dışkısı yedirilmek demekti. “Çocuklara iyi bakın” dediğinde bir gün boyunca akşama kadar sistemli işkence uygulamaları demekti. Bu ve buna benzer birçok kod kullanmaktaydı, bu kodların hepsinin sonucunda farklı bir işkence metodu uygulanıyordu.
Bu yoğun işkenceler sonucunda sizleri teslim almak istediklerinden söz etmişsiniz ve buna karşı bir direniş kararı almışsınız Ve ölüm orucu başlıyor…
– Diyarbakır 5 No’lu Cezaevinin 200 kişilik bir kapasitesi var ama 12 Eylül’ün gelişiyle birlikte içine konulan insan sayısı yaklaşık 5000–6000. Kim yakalanırsa oraya getiriliyordu. Bu cezaevinde direnişi sürdüren 35. Koğuştu. 40 tane koğuş vardı. Hücreler üst üste 4 katlı ve her katta 10 hücrenin olduğu bir mimari yapıya sahipti. Direnenler yaklaşık 100 kişiydi. Yani 6000 insanın bulunduğu cezaevinde yalnızca 100 insan direnişteydi ve geride kalanların hepsi mevcut kurallara uyuyordu. Çünkü yakalananlar sorgu şokundan sonra koğuşa getirildiklerinde psikolojik olarak sindirilmiş ve kuralları kabul etmek zorunda kalıyordu.
Kitabınızda Kürt Özgürlük Hareketini bitirmeye yönelik konseptlerin olduğunu, “zafer ve ihanet” karşısında ölüm orucunun geliştiğinden söz ediyorsunuz.
– Tabi Diyarbakır cezaevinde o dönemde nerden bakarsan bak 4–5 tane merkez komite üyesi var. Kadro düzeyinde yakalananlarda hepsi o dönemin mücadelesini yürüten insanlar… Aslında 12 Eylül geldiğinde hareketin büyük bir kısmı tutsak düşmüş yani çok az bir kısmı dışarıda kalmış. Nasıl Şeyh Sait ayaklanmaları döneminde herkesi Diyarbakır’da idam ettilerse, Kürt hareketini de bu tutsaklar şahsında yenilgiye uğratmak düşünülüyordu. Eğer bu politika başarılı olsaydı dışarıda kalanlar yeni bir mücadele geliştiremezdi, halk güvenemezdi. Yani Esat Oktay açıkça söylüyordu: “Ben sizi öyle bir hale getireceğim ki, sizi dışarıya bıraktığımda kendiniz çıkmak istemeyeceksiniz.’’ Dolayısıyla işkencelerin amacı sadece kurallara uydurma değil, ruhsal ve kültürel anlamda da değiştirme, tüm ideallerini yok ederek devletin istediği kişilikte bir insan tipini yaratmaktı.
Aslında büyük ölüm buydu değil mi?
– Müebbetle yargılandığımız ve hem uluslararası hukukta hem de kendi hukuk sistemimizde savunma hakkımız olduğu halde işkencelerle, marşlarla öyle düşünemez duruma getiriliyorduk ki mahkemeye çıktığımızda elimizde ne bir kâğıt ne bir kalem oluyordu. Sabahtan akşama kadar marş ve işkence... Benim çok bir temelim yoktu, devrimi, sosyalizmi bilmiyordum. Sadece Kürt olduğumu ve Kürdistan’ın da ancak bu hareketle kurtulabileceğine inanıyordum. Zaten kişisel anlamda hiçbir savunma yapmadık, işkencelerde sadece halkımızın isteklerini söylüyorduk.
O büyük işkencelere karşı sözün bittiği yerde Hayri Durmuş ve Kemal Pir ölümü mahkeme başkanının yüzüne ölümü okuyorlar. Kitapta ruhsal ve örgütsel bu durumun sizdeki karşılığından bahsetmişsiniz.
– Tabi ölüm orucuna gelmeden önce bir ölüm orucu eylemimiz daha oldu; ona kısaca değinmezsem, durum tam olarak anlaşılmaz. İlk defa Şubat 1981’de ölüm orucu eylemi Diyarbakır’da başladı. O döneme kadar genellikle açlık grevlerine gidilirdi; ölüm orucu eylemlerindense kimse bahsetmezdi. Çünkü dünyada ve ülkemizde çok fazla örneği olmayan bir direniş tarzıydı. Dünyada en meşhur açlık grevi ise Gandi’nin açlık grevleridir. Belki de açlık grevi onun şahsında tüm dünyaya yayıldı ve bir eylem biçimi oldu. Açlık grevinin Diyarbakır’da politikaları değiştiremeyeceği bilindiğinden sigara ve su dışında hiçbir şeyin olmadığı ölüm orucuna yatıldı. 1981 Şubatındaki ölüm orucuna 15 arkadaş katıldı. Nisan’a kadar, 45 gün sürdü. Tabi bu ölüm orucu sürecinde mahkememiz açıldı, mahkemede 60 kişi kimlik tespiti yapmadık. Baskı ve işkenceler sona ermeden yapmayacağımızı beyan ederek taleplerimizi dile getirdik. Direnişimizin 45. günde dava mahkemeleri kilitlendi. Bu durum dünya basınının da dikkatini çekmişti. Çünkü mahkemeye götürüldüğümüzde üzerimiz kir pas içindeydi. Fiziki olarak da Hitler-Nazi kampındaki tutsaklardan bir farkımız yoktu; bir deri bir kemik, ayakta duramayacak halde mahkeme salonuna getiriliyorduk. Esat Oktay gelerek bundan sonra cezaevinde işkencelerin yapılmayacağına, mahkemelerde savunma haklarının tanınacağına dair güvence verdi. Bunun üzerine, arkadaşlarımızla ölüm orucu eylemini bitirdiler. Biz de mahkemelerde kimlik tespitinde bulunduk; ancak taahhüt edilen güvenceler yerine getirilmedi; aksine baskılar şiddetlendi ve bunun üzerine birçok tutsakta kırılmalar yaşandı. Kemal arkadaş ve Hayri arkadaş ve diğerleri bundan sonra direnişi mahkemeye taşımaya karar verdiler. Ve bu bağlamda, mahkemede siyasi savunma yapılmasına ve Kürt halkının davasını ve mücadelesini kamuoyuna deklare edilmesine karar verildi. Baskı giderek arttı; marşlar dinletilerek ve söyletilerek bizler düşünülemez duruma getirilmeye çalışılıyorduk. Ve yine mahkemelerde savunmamız yaptırılmıyor ve itirafçılıksa giderek artırılıyordu. Mazlum Doğan mutlaka bir direniş geliştirilmesi gerektiği mesajını veriyor yoksa teslimiyetin artacağını söylüyordu. Koğuşlardan ve hücrelerden insanlar götürülüyor, itirafçı olmaya zorlanıyorlardı. Bizim alt katımızda hücrede bulunanların hepsi itirafçı olmayı kabul etmişlerdi. Dörtler bu uygulamaya karşı kendi bedenlerini ateşe vererek direnişin gelişmesini istiyorlardı. Çünkü yapılan baskı ve işkence uygulamalarını arkadaşlar tarafından mahkemelerde defalarca dile getirilmesine rağmen bu durum mahkeme tarafından hiçbir şekilde dikkate alınmıyor, bir iç güvenlik sorunu olarak görülüp çözümü için herhangi bir yaptırıma gidilmiyordu. Bu yapılanlara karşı ne yapacağımızı aramızda tartışmaya başladık. En sonunda Hayri Durmuş ve Kemal Pir birçok eylem seçeneğini tartıştıktan sonra ölüm orucuna karar kılmışlardı.
Peki, neden ölüm orucu daha uzun süreli olduğu için mi?
– Çünkü, Mazlum Doğan ve Dörtler yaşamlarına son vermelerine rağmen işkence sona ermemişti. Bu bağlamda ölüm orucunun etkileyici bir eylem biçimi olacağı düşünülmüştü. Ölüm orucu zor bir karardı çünkü büyük bir irade isteyen aynı zamanda karşı tarafın psikolojisini bozan ve gücünü azaltan bir direniş biçimiydi. 14 Temmuz 1981 günü Urfa grubunun duruşma günüydü. Hayri Durmuş o gün çok hareketliydi. Bir asker, “Hayırdır Hayri, neden yerinde duramıyorsun” deyince Hayri, “Sol göğsüm ağrıyor” dedi. Aslında bu yaşadığı mahkemede söz hakkı verilip verilmeyeceğiyle ilgili yaşadığı stresten ötürüydü. Mahkeme başladığında Hayri Durmuş birkaç kez söz hakkı istedi. Fakat, mahkeme başkanı “Daha sonra” diyerek söz hakkı da vermedi. Bunun üzerine Hayri Durmuş çok önemli bir açıklamada bulunacağını söyleyerek tekrar söz hakkı istedi. Ve ardından söz hakkı verildi. Hayri Durmuş, mahkeme koşullarının zorluğundan, oradaki işkencelerden, arkadaşlarının ölümlerinden bahsetti. Ve tüm bu yaşananları önleyemediğinden dolayı borçlu olduğunu beyan ederek ölüm orucu kararını açıkladı ve mezarına da “Bu adam borçludur” yazılmasını istedi.
Mahkeme heyeti çok şaşırdı, adeta şok oldu. Ölüm orucu kararını geri almasını istedi. Mahkeme heyeti cezaevinde yaşanan baskı ve işkenceyi Kolordu Komutanlığına ileteceğini ve buna müdahale edileceğini, ölüm orucundan vazgeçilmesini söyledi. Hayri Durmuş, “Hayır” deyip geriye dönünce Kemal Pir söz aldı (Müthiş sevinçliydi). Kemal Pir, Hayri Durmuş a katılacağını söyledi. Mahkeme heyeti, “Yaşamayı sevmiyor musun Kemal” diyince Kemal Pir, “Hayır, ben yaşamayı uğrunda ölecek kadar seviyorum” dedi. Onlardan sonra, Ali Çiçek söz hakkı istedi. Ve o da Kürt hareketinin ona verdiği direnişi gerçekleştiremediğine dair özeleştirisini verdikten sonra bu mahkemenin onun da son mahkemesi olduğunu söyledi. Ardından Bedrettin Kavak ve birkaç kişi daha kalktı; kendilerinin de ölüm orucuna katılacaklarını söylemeleri herkeste şaşkınlık yarattı. Bu karardan sonra ilk defa o gün ringlerde dayak yemedik, hakarete maruz kalmadık. Muhtemelen komutanlar “Karışmayın” diye talimatlar vermişlerdi. Çünkü devlet “Biz hepsini sindirdik” diye düşünürken o gün devletin politikası alt üst olmuş ve yeni bir süreç başlamıştı. Bizi cezaevine getirdiklerinde Esat Oktay çıldırmış ve panik halinde bağırarak “Kemal, 81 ölüm orucunda neden ölmedin” dedi. Kemal Pir de “O zaman ölmesini bilmedik ama şimdi ölmesini biliyoruz” diye cevap verdi. Ardından kimlik tespiti yapılıp hücrelere konulduk. Dayaksız ve küfürsüz bir şekilde hücrelere konulmamız karşısında hepimiz çok şaşkındık. Şaşkınlık karşısında ne olduğunu soran arkadaşlara ölüm orucu direnişinin başladığını anlattık. 6 kişiyle başlayan ölüm orucu genişleyerek devam etti. Birkaç gün sonra ben de katıldım; ancak beni kararımdan vazgeçirmek için sinema salonu diye bir yere götürdüler. Ağustos sıcağıydı, bir damla su yoktu ve tuvalet ihtiyacım karşılanmıyordu. Benim direnişten vazgeçmediğimi gördüklerinde beni diğer arkadaşların yanına götürdüler. Bir taraftan da, direnişimizi kırmak için ciddi bir psikolojik baskı yapılmaktaydı. Örneğin, “Lübnan işgal edilmiş, Apo yakalanmış, yakında Türkiye’ye getirilecek” gibi haberler gazetelerde vardı. Her şeyin yasak olduğu cezaevinde bu gazeteler bedava dağıtılıyordu. Kemal Pir bana seslenerek, “Ne yazıyor” dedi, ben de bu tür haberlerin yazıldığını söyledim. O da, “Bu haberler yalandır, Abdullah arkadaşı yakalayamazlar. Onun şimdi nerede olduğunu tahmin ediyorum” diye cevap verdi. Hayri Durmuş 2. kat 9. Hücredeydi. İlk ölüm orucunu başlattığından dolayı onun üzerindeki baskı daha büyüktü. Diğer arkadaşlara yırtık, kokan döşekler verilmişti fakat Hayri Durmuş’a hiçbir şey verilmemişti; betonun üzerinde yatıyordu. Ölüm orucunda olan arkadaşların hücrelerinin karşısında plastik bidonlarla su, reçel kutuları bırakılmıştı. O sıcaklarda ölüm orucu direnişimizdeki iradenin kırılmasına karşın bunlar yapılıyordu. Yapılan en güzel yemekleri tabaklarla karşımıza koyuyorlardı. Bidonlarla üzerimize sular boşaltıyorlardı.
Bu uygulamalar ölüm orucundayken mi oluyordu? Ölüm orucunda günler nasıl geçiyordu?
– Evet, ölüm orucundayken yapılıyordu. Kemal Pir, Hayri Durmuş’tan her gün türkü isterdi o da hep “Ağlama Yar Ağlama” türküsünü söylerdi. Başka arkadaşlardan da isterdi. Kendisi de her gün bir şehir plakasını seçip bize o şehri anlatırdı. Onunla birlikte biz o anda o şehirleri gezip, dolaşıp, tanırdık. Çünkü Kemal Pir’in dolaşmadığı şehir kalmamıştı. Ölüm orucu direnişimizde bu baskılar karşısında bir arkadaşımız ölüm orucunu bıraktı.
O kişi kimdi?
– A. K. bırakınca idare bu kişinin üzerine gitti. Aslında bunların ölüm orucunda olmadığını yemekleri yediklerini farelere verilen yemekleri yediklerini söylettirdiler.
İrade kırılmasına yönelik değil mi?
– Evet. O kişiye cezaevinin hoparlörlerinde bizim ölüm orucunda olmadığımıza, farelere verilen yemekleri yediğimize dair uzunca bir metin okuttular. Kemal Pir, “Bu metnin yazarı, Şahin Dönmez’dir” dedi. Kemal Pir o metnin kime ait olduğunu gerçekten biliyordu. 56 gün boyunca her sabah Kemal Pir ölüm orucunda olan bütün arkadaşlara seslenir ve onları uyandırırdı. 56. Gün sabahı Kemal Pir kimseyi uyandırmadı. Hayri Durmuş’un, “Kemal, Kemal” diye seslendiğini duyduk. Bunun üzerine, biz de seslenmeye başladık. Fakat, Kemal Pir’den herhangi bir ses gelmiyordu. Ve Kemal Pir yaşamını yitirmişti… İdare tarafından biz görmeyelim diye Kemal Pir’in kaldığı koğuşun yan tarafları battaniyelerle kapatılarak cenazesi götürüldü. Ben, Kemal Pir’i de dışarıdan tanıdığımdan dolayı çok seviyordum. Ölümünden sonra, 40. günde olan ölüm orucu eylemimizde ben de depresyona girmeye başlamıştım. Ve ölüm orucunda olan arkadaşlar da artık kendilerinde değillerdi. Bunun üzerine, hastaneye kaldırıldık. Kemal Pir’in ölümünün dışında diğer arkadaşların da yaşamlarını yitirdiğinden haberimiz yoktu. Ölümlerden sonra askeri müşavirler ve gardiyanlar Mustafa Karasu’yla görüşmelerde bulunuyorlar, ölüm orucunun bitirilmesi ve taleplerinin kabul edileceğini söylüyorlar. Bundan sonra cezaevi idaresinin değişeceğini, Esat Oktay’ın oradan gönderileceği üzerine ölüm orucu eylemi bitirildi.
Ondan sonra uygulamalar değişti mi?
– Evet, bir anlaşma yapılıyor; Hayri Durmuş ölmeden önce Mustafa Karasu’ya “Biz bu direnişimizle öleceğiz; biz öldükten sonra talepleri kabul edecekler. Bu talepler kabul edilince de ölüm orucunu bitirin; başka arkadaşlara herhangi bir şey olmasın” diye özellikle belirtiyor. 1982 ölüm orucunun bittiği süreçte Esat Oktay Diyarbakır cezaevinden alındı; Esat Oktay’ın ekibinden sadece Üsteğmen Ali Osman Aydın kalmıştı.
Soracağım soru aslında birçok tutuklunun düşündüğü şey kaçmak, sizi de cezaevine girdiğiniz ilk günden itibaren hep kaçmayı düşünmüşsünüz. Siz kaç kez kaçmayı denediniz?
– Aslında kaçmak tüm tutsakların aklında vardır. Özellikle siyasi bir tutukluysan ve bir amacın varsa tutsaklık çekilmez bir hal alıyor. Çünkü tutsak düşmeyi kabullenemiyorsun. Dolayısıyla kaçma fikri aklının bir köşesinde her zaman oluyor. Zamanımın bir bölümü cezaevinin yapısındaki zayıf yerleri tahlil ederek geçiriyordum. Ben de cezaevine geldiğimde aklımda görüş kabinlerinin arkasına geçmek ve ailelerle birlikte dışarı çıkmak gibi düşüncelerim vardı. Bu düşüncelerimi bir arkadaşımla paylaşıyordum; ancak o arkadaşım da bana hiç olumlu bir şey söylemiyordu. “Eğer öyle bir şey olsaydı Hayri arkadaş ve diğerleri de bunu düşünürlerdi” diyordu. Ben bir şey düşünüyorsam muhakkak herkes o noktayı tespit etmiş gibi oluyordu; ben de çok tecrübesi olan biri olmadığımdan dolayı fikrimi gidip diğer arkadaşlarla paylaşmıyordum. Eğer paylaşmış olsaydım, belki bu yollar denenebilirdi. Örneğin, o zaman askerler görüş kabinlerinde de değillerdi; kabindeki teller kesilip karşı tarafa geçilebilirdi. Karşı tarafa geçtiğimizde çarşaflı olan bir kadın annelerimizin çarşaflarını giyerek çıkılabilirdi. Ama 12 Eylül gelince yaşamak değil, artık onurumuzu kurtarma derdine düşmüştük.
20 yıl cezaevinde kaldınız değil mi?
– Evet
Bundan 10 yıl önce bir kitabınız daha çıktı. Yanılmıyorsam ismi “Bu şehir bana yabancı”ydı. Şu anki ruh halinizi soracağım ve bu şehir hâlâ size yabancı mı?
– Belki şöyle denilebilir. 11 yıldır çıktıktan beri İstanbul’u benimsedik hoşumuza gidiyor gibi geliyor ama aslında öyle değil. Yaşam koşulları zor ve aynı zamanda insanın ahlaki değerlerini yıpratıyor. Çünkü öz-savunma içinde bulunmak zorundasın. Ben de bu yabancı şehirde kendi saygınlığımı oluşturmak için bir savunma geliştirdim. Bu hayatın içinde kaybolmadan, ahlaki değerlerini yitirmeden ayakta kalmaya çalışmak da bir mücadeledir aslında.
O vahşetten sonra Diyarbakır Cezaevini gördünüz mü hiç?
– Evet. Önünden geçtim yalnızca. Ama biz içindeyken bir şehir gibi gelirdi bize, büyük, aşılamaz bir yerdi. Ben girdiğimde etrafı bomboştu birkaç gecekondunun dışında. Şimdi sanırım artık şehir merkezine taşınmış gibi. Cezaevinin şehir merkezine taşınmasının nedeni de yaşanan çatışmalardan dolayı göçlerin çok yaşanmasıdır.
Diyarbakır Cezaevi’nin Utanç Müzesi olması tartışılıyor; siz ne düşünüyorsunuz?
– Aslında bütün toplumlar, bütün sistemler kendi tarihiyle, kendi gerçekliğiyle yüzleşirler. Eğer Türkiye de demokratikleşmek istiyorsa kendi iç sorunlarını çözmek zorundadır. Bütün farklı kimliklere karşı uyguladığı politikalarla yüzleşmelidir. Bu yüzleşmenin simgesel anlamda en çarpıcı temsiliyeti de Diyarbakır’da vahşetle anılan, insanlık tarihinin en utanç verici işkence yöntemlerinin uygulandığı yerin bir müzeye dönüştürülmesi gerekir. Bu bağlamda, işkencenin nasıl bir şey olduğunu, nasıl onur kırıcı olduğunu insanlara göstermek ve anlatmak gerekir. Örneğin, Almanya’da Nazilerin toplama kampları müzeye dönüştürülmüş, Polonya’daki toplama kampları da müzeye dönüştürülmüş; çünkü yeni vahşetlerin oluşmaması adına toplumsal bir vicdan oluşturulmaya çalışılmış. Ama maalesef halen Türkiye böyle bir gerçeklikle yüzleşmekten uzaktır. En çok mesela 12 Eylül anayasının değiştirilmesi için referanduma gidildi; fakat 12 Eylül’le ciddi anlamda bir hesaplaşma yapılmıyor. Suçluların ortaya çıkarılması gerekir. Toplumun benliğinde oluşan tahribatın onarılması ve iç barışın sağlanmasında büyük bir rol oynayacaktır.
Diyarbakır Cezaevi ile ilgili bugüne kadar birçok kitap yazıldı, belgesel yapıldı. Sizin kitabınız “Ölüm Koridoru” çok daha somut yazılmış, yani olan-olmayan, yapılan-yapılmayan mücadeleden düşen ve mücadeleye devam edenlerle ilgili çok net bir dil kullanılmış.
– Evet, öyledir. Aslında herkes Diyarbakır’ı konuşuyor ama Diyarbakır Cezaevi’nde neler yaşandığını çok kimse bilmiyor. Sadece kulaktan dolma bilgilerle yazılıyor ve anlatılıyor. Bu da yaşananları anlatmak için yetersiz kalıyor. Aslında yaşananları o süreci yaşamış kişilerin yazması ve anlatması gerekir. Ben de direkt olarak yaşanmışlıklarımı ve yaşanmışlıkları daha yalın bir dil kullanarak somut ve objektif anlatmaya çalıştım. Ve kitap çalışmasını da zaten röportaj şeklinde yaptık. Bu açıdan çok daha somut bir kaynak aslında; çünkü yaşananları en gerçek haliyle aktarabilecek olanlar bunu birebir yaşayanlardır. Ne yazık ki Türkiye’de olanları olmamış gibi göstermeye çalışırlar; olmayanı ise olmuş gibi aktarırlar. Tabi gerçekten kendi insanını seviyorsan, ona karşı samimi bir duruş sergilemen gerekir. Yaşanan her neyse onu olduğu gibi aktarmak ve onla yüzleşmeyi sağlamak adına bu kitapta olanları anlatmaya çalıştım.
Son olarak ne eklemek istersiniz?
– Umarım bu kitap Türkiye’de Kürtlerin nasıl bir süreçten geçtiğini, Kürtlerin yaşadıklarından küçücük bir parçasını anlamaya yardımcı olur. Kendini bir tarafa anlatma bir bedel ödemek bir de o bedelin üzerine filizlenmek gibi bir şeydi aslında. Öbür taraftan bugüne kadar yapılan baskı, zulüm, işkence bir yerden direnişle kırıldı gibi geldi ve öyle devam etti. Artık Türkiye bu gerçeklikle yüzleşmek zorunda öyle orayı yıkıp da okul yapacağız değil. Kürtlerin başına getirilenlerle yüzleşmek ve Kürtlerle gerçekten kardeş gibi yaşayacaksa dünya kamuoyuna açıklamakla bu anlamda böyle bir demokratik sürecin geliştirilebileceğini söyleyebilirim
İhsan Kaçar,
Firatnews.com (ANF), 21 Eylül 2011
- Açıklama
Bu çalışma giderek anakronizme teslim edilip önemsizleştirilen Diyarbakır vahşet üssünde yaşanan insanlığın çıldırma anını yeniden ifşa etmek amacıyla yapıldı. Esas olarak da barbarlığın sistemik türevi olan işkenceye karşı gözlerini kaçırmak isteyenleri dürtmek amacıyla bu kitap hazırlandı. İşkencenin sıradanlaşmasına, hesap sorulamaz büyüsüne çomak sokmak için bir hafıza tazelemenin kaçınılmazlığı ortadadır. İşkencenin kural haline gelmesine karşı giderek istisnalaşan vicdanları çoğaltmak ve yeniden üretmek için ifşa kaçınılmazdır. İşkenceyi yenecek olan siyaset değildir. İşkenceyi geriletecek belki de tek şey vicdandır. Bu kitap esas olarak vicdanlara dokunmak için yazıldı.
Vicdanı dürtme amacı taşıyan bu dramatik öykünün ana karakteri Hamit Kankılıç’tır. Kankılıç, 12 Eylül öncesi Diyarbakır cezaevine alınan ve tüm ayrıntılarıyla Diyarbakır zindanına tanıklık etmiş biridir. Tabii tüm işkence biçimlerini neredeyse çıldırma noktasında iliklerine kadar yaşayan ve çok ağır bir depresyon yaşayıp hayata yeniden tutunan biri olarak Diyarbakır sürecini ifşa etmek için mücadelesine devam ediyor. En önemli dileği de bu vahşet üssünün bir müzeye dönüştürülmesidir. İşkencenin mutlak iğrençliğine tanıklık etmesi için...
ÖLÜM KORİDORU
İnsana uygulanan şiddetin nasıl acımasız ve pervasız noktalara varabileceğininen iyi örneği, kuşkusuz Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlardır. Elimizdeki kitap, Hamit Kankılıç’ın bir dönem bulunduğu bu vahşet üssünde tanık olduğu çıldırma anlarını okurlara sunuyor. Kankılıç’la yapılan söyleşi, zamanla önemsizleştirilen bu cezaevinde yaşananları, yani bir anlamda unutulmaya terkedilen hakikati yeniden günyüzüne çıkarıyor. 1980 Haziranı’nda siyasî düşüncelerinden dolayı tutuklanıp cezaevine konan Kankılıç, Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırıldı. Kankılıç, tam yirmi yıl boyunca çeşitli cezaevlerinde yattı.
Erkan Canan, Radikal Kitap, 16.09.2011
Diyarbakır’daki Vahşet ‘Ölüm Koridoru’nda
İstanbul - 12 Eylül darbesini ve Diyarbakır cezaevinde yaşayan Hamit Kankılıç yaşadıklarını “Ölüm Koridoru” adlı kitapta yazdı. Avesta yayınlarında çıkan kitap tarihe tanıklık edecek nitelikte.
Diyarbakır Cezaevi ile ilgili bugüne kadar birçok kitap, makale yazıldı ve belgesel yapıldı. “Ölüm Koridoru” kitabı yazılanlardan ve yapılanlardan farklı. Çünkü çok daha somut yazılmış, yani olan-olmayan, yapılan-yapılmayan, mücadeleden düşen ve mücadeleye devam edenlerle ilgili çok yalın bir dil kullanılmış. Hani insanın içinden gelir ya, yaşadıklarını kaleme döker ve yaşanmışlıklarını anlatmaya başlar. Ölüm Koridoru kitabını okuyunca insan içindeki en gerçek haliyle yüzleşiyor. Yüzleştikçe yaşananlara karşı kendini sorumlu hissediyor, sorguluyor. Bir kuşağın yaşadıklarında kendisini buluyor. İşkence karşısında direnen bedenler, direnen irade ve direnen iradedeki zaferi görüyor. Kitapla ilgili Hamit Kankılıç’li Diyarbakır İşkencehanesi’nde teslimiyet ve zafer arasındaki ince dokuyu konuştuk.
Nasıl yakalandınız? İkinci yakalanmanız bir takip sonucu olmuş sanırım. Ve oradan Diyarbakır Cezaevine götürüldünüz değil mi?
– İlk yakalanmam, 30 Temmuz 1979’da Bucak aşiret reislerine karşı hareket olarak silahlı bir mücadele dönemi başladı. Bu mücadele saflarında ben de yer alıyordum. İşte tam da bu dönemde Ekim 1979’a doğru devlet tarafından genel bir operasyon başlatılmıştı. Ben de o dönem yakalandım. Yaklaşık 40 gün işkence ve gözaltı süreci yaşadım. Bu benim ilk gözaltım ve tutuklanmamdı. Daha sonra cezaevinden çıktım ve tekrar mücadeleye devam ettim. İkinci yakalanmama, 26 Haziran’da bir ihbar sonucu Siverek’te sahte kimlikle yakalandım. Sahte kimlik taşımama rağmen adım ve soyadımın poliste mevcut olduğunu sonradan öğrendim. Ve nasıl yakalandığımdan bahsederek devam edeyim. 26 Haziran günü Siverek’te Belediye başkanıyla karşılaştım, bana “Seni arıyordum, seninle önemli bir konuyu görüşmem gerekiyor’’dedi. Belediye Başkanı’yla birlikte bir terzi dükkânına girdik. Sohbet etmeye başladığımızda bir polis ekibi dükkânın karşısında durdu, ekip benim çıkmamı bekliyordu. Bucaklar tarafından tehdit edildiği gibi şeylerden bahsediyordu. Polisler dükkânın önünde durmuş, çıkmamı bekliyorlardı. O anda benim için durduklarını anladım. Ve yaklaşık bir saat dükkânın içinde oyalanmaya ve soğukkanlı olmaya çalıştım. Dışarıya çıktım. Bana “Dur!” diye bağırdılar; duymazlıktan gelerek sanki bana demiyorlarmış gibi davrandım ve adımlarımı hızlandırdım, fakat yaz olduğundan dolayı insanlar dışarıda tabureler atmış oturuyorlardı. Bir de insanlara gelmesin diye üzerimde silah olduğu halde ona da dokunamadım. Tam köşeye yetiştim ki, köşede asker silahı göğsüme dayadı. “Eller havaya!” dediler ama ben ellerimi kaldırmadım. Tabii o anda tüm geçmişim gözlerimin önünden geçmeye başladı. Çünkü gerçekti an artık. Çok ağır cezalar vereceklerini, belki bir daha oraları göremeyeceğimi biliyordum. Yakalandığım sahte kimliğin sahibinin evine de Kemal Pir’i yerleştirmiştik. Bana kaldığım evi sordular, ben de onları eve götürdüm. Evde anneme oğlun var mı diye sordular, annem “yok’’ dedi. Daha sonra bana gelip sordular: Anneniz böyle bir oğlumuz yok diyor dediler. Ben de arabanın içinde anneme seslenerek “Ben oğlunuz Ferit değil miyim dedim”. Ondan sonra annem “Evet oğlumdur” dedi. Ve komşu kadınlar da “Evet, bu oğlu Ferit’tir diye desteklediler. Evin tam karşısında bir bakkal vardı, ona da sordular. O “Hayır, tanımıyorum” dedi. Bakkal korktu. Panik halindeydi. Oysa aynı mahallenin insanlarıydık. Fakat adam çekindi, söylemedi.
Gözlerimi bağladılar. Siverek’te yatılı bölge okulunu komando tugayına çevirmişlerdi. Beni oraya götürdüler, götürüldüğüm sırada herhangi bir kötü muameleye maruz kalmadım. Üst düzey komutanlardan biri gelip biri gidiyordu. Her defasında gelip “Senin ismin Hamit Kankılıç değil mi? Bağırarak “İsmini söyle?” diyorlardı. Ben de “Hayır diyip sahte kimlikte yazılı olan adı söylüyordum. “Biz daha önce sizin mahalleye geldiğimizde önümüzde kaçan sendin, seni tanıyoruz. Sen Hamit Kankılıç’sın” dediler. Ben de ısrarla “Hayır, insanlar birbirine benzer’ diyerek o olmadığımı kanıtlamaya çalıştım. Bir gün orada kaldıktan sonra akşamüstü beni Urfa’ya götürdüler. Urfa’da o akşam herhangi bir işkence, dayak vb. şeylerle karşılaşmadım. Urfa’da beni bir yere kelepçeleyip sabaha kadar beklettiler. Sabah olunca işkence mesaileri başladı. Filistin askısı, falaka, elektrik, kaba dayak ile birlikte hem psikolojik hem fiziksel işkence yöntemlerine maruz kaldım. Toplam 7–8 gün Urfa’da kaldım. O süre boyunca hiçbir insani ihtiyacımın karşılanmasına izin verilmedi. Ve tuvalete bile götürülmüyordum. Sorgu esnasında Bucak aşiretine mensup olan bir kişi sorgu odasına gelerek bana “Sen Hamit Kankılıç’sın” dedi. Ondan sonra gerçek ismimi inkâr etmemin hiçbir anlamı kalmamıştı.
Kitabınızda ilk ve ikinci yakalanışınızda sizi boş bir depoya götürdüklerinden bahsediyorsunuz. O deponun sırrı neydi?
– İşte o depo Deve Geçidi denilen yerdeydi. 1979’da yakalandığımda da deve geçidine getirmişlerdi. Deve Geçidi’nde bir sürü işkencelere maruz kalmıştım. O Deve Geçidi denilen yer Diyarbakır’a giderken sadece askeri malzemelerin olduğu boş bir alandır. Son yakalanışımda beni oraya götürdüklerinde Urfa Grubu olarak tabir edilen 3-4 kişiden oluşan bir gruptu. Ben, Cevdet Kangal, yaşlı bir amca, Salik Kandal’ın amcası, bir de Urfa’ da Yaşar Adanur diye bir arkadaş vardı. Urfa sorgusundan çıktıktan sonra biz 4 kişiyi o depoya o bahsedilen depoya götürdüler. Orada tahminen 3-4 gün kaldık ve kaldığımız süre boyunca kaba sorgunun dışında ciddi işkencelere maruz kalmadık. Bu depoya götürülmemizin amacı daha önceki yerlerde sorgu sırasında yapılan işkencenin izlerinin silinmesini beklemekti. Çünkü o işkence izleriyle savcıya çıkarılmamız istenilmiyordu. 7 Temmuz’da savcının karşısına çıkarıldım. Tutuklandım. Beni tutuklayan savcı, Cahit Aydoğan, daha sonra PKK’nin ana davasının da savcılığını üstlenen kişiydi. Beni Diyarbakır’da askerler için yapılan 1 No’lu denilen Cezaevine koydular.
O cezaevi o tüm vahşetin yaşandığı meşhur cezaevi değil, değil mi?
– Hayır, bahsettiğim cezaevi 1 No’lu cezaevi. Cezaevinin içerisinde küçük bölümlere ayrılmış onlarca bölüm bulunmaktaydı. Bu bölümlerin bazılarını disiplin suçundan dolayı cezaevine konulan askerler için düzenlemişlerdi. Aynı zamanda 1 No’lu gibi bölümlerine de 1971 yılında sıkıyönetim ve darbe sürecinde Diyarbakır bölgesinde yakalanan siyasi tutsaklar götürülüp konuluyordu. Cezaevinin içinde kör hücreler vardı. O hücrelerin birinde İbrahim Kaypakkaya da katledilmişti. Cezaevi küçük olmasına rağmen o kadar çok tutuklu vardı ki; insanlar koridorlarda, görüş kabinlerinin yerinde, idarenin odalarında tutuluyordu. Çünkü mevcut kapasite çok aşılmıştı. 1 No’lu Cezaevinde, 12 Eylül 1980 darbesine kadar haftada ya da iki haftada bir rutin aramalar yapılmaktaydı. Hatta bayramda tutsakların birbirine gidip gelmelerine izin veriliyordu. Üzerimizdeki baskı ve disiplin nispeten daha azdı. Fakat cezaevinde okuyabileceğimiz herhangi bir kitap bulunmuyordu. Yalnızca günlük gazeteler vardı. Güncel haberleri radyodan takip ediyorduk. Ancak, 12 Eylül darbesiyle birlikte idare ve idarenin yönetim anlayışı değişti. Temmuz’un sonunda bizi yeni cezaevine götürdüler. Bizi götürdükleri cezaevi bir tarihe işkenceleriyle, ölümleriyle tanıklık edecek o meşhur Diyarbakır 5 No’lu askeri cezaeviydi. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevinin kapısından ilk girdiğimde ilk fark ettiğim şey cezaevinin yeni yapılmış olduğuydu. Cezaevinin inşaatı bitmiş, ranzaları atılmış ancak kaba şeyler hâlâ yerinde duruyordu. Her tarafı demir kapılarla örülü olan cezaevinde seslerin birbirini duymadığı, tutsakların birbirlerinin yüzlerini görmediği yeni bir dünya yaratılmış gibiydi. Ve şehir dışında olması sebebiyle bizde artık son durak olduğu hissi uyandırmıştı.
Diyarbakır Cezaevi denilince hep Esat Oktay’ı hatırlarız. Fakat, Gestapo Mevlüt adını ilk kez kitabınızda görüyoruz. Gestapo Mevlüt’ten de Esat Oktay kadar işkenceleriyle nam salan birinden bahsediyorsunuz. Kimdir bu Gestapo Mevlüt ve bu ismi nereden almıştır? Gestapo Mevlüt’ün darbe döneminde mi oradaydı?
– 12 Eylül darbesiyle birlikte mazgal deliklerinden koğuşlar kontrol edilmeye başlandı. İlk günden itibaren kapı mazgallarına sert bir şekilde vurmalar, biz tutsaklara küfürlü hakaretler başladı. Ekim’in başından itibaren 1 No’lu Cezaevinden bütün tutsakları 5 No’lu Cezaevine getirdiler. O esnada Gestapo Mevlüt’ün de ismi havadislerle dolaşmaya başladı. Bir gün idarenin değiştiğini ve kısa boylu, esmer ve yüzü korku filmlerindeki kötü karakterleri andıran biri geldi. Bundan sonra buranın idaresinin ondan sorumlu olduğunu söyledi. Elinde kelepçe zinciriyle gelen ve “Bu benim tespihimdir” derdi. Koğuşları dolaşırken “Ben istediğimde her şeyi yapabilecek ve yaptırabilecek biriyim’’ derdi. Gestapo Mevlüt’le ilk tanışmamız bu cümlelerle oldu. Daha sonraki dönemde falakaya götürülen tutsakları elinde bulunan zinciriyle işkence yaptığını gördüm. Biz, PKK davasından yatanlar, 22. koğuşta kalıyorduk. Alt katımızda DDKD’liler kalıyordu. DDKD’ liler ile idarenin ilişkisi oldukça iyiydi, herhangi bir problem yaşamıyorlardı. Bu duruşlarından dolayı aramızda bir dayanışma yoktu. Örneğin, alt katımızda su almaya geldiklerinde “Siz böyle siyasi şeyler yapmasaydınız bu darbe olmazdı, şimdi bizi katliama getireceksiniz’’gibi idarenin kullandığı dille bize sözlü saldırıda bulunuyorlardı. Yeni gelen arkadaşlarımız 33. Koğuşta kalıyorlardı. 33. Koğuşun fiziki kapasitesi daha kullanışlıydı. Bir gün Gestapo Mevlüt DDKD’lilerle olan yakın ilişkisinden dolayı onlara seslenerek “Merak etmeyin onları buraya getireceğim, sizi de oraya koyacağım’’ dedi. Birkaç gün sonra onları 33. Koğuşa götürdüler, arkadaşlarımızı da 18. Koğuşa koydular. 18. Koğuş, 15 kişilikken getirilen arkadaşlar 50 kişiydi. Bu kötü uygulamalar arkadaşları bir süre sonra rahatsız etmeye başlamış ve onların tepki vermelerine neden olmuştu.
Kitapta 12 Eylül darbesi kendisini Diyarbakır cezaevinde Esat Oktay’la gösterdiğini beyan ediyorsunuz. Esat Oktay’ın Diyarbakır cezaevine gelmesiyle değişen şeyler neydi?
– Esat Oktay’ın gelişi ve politikaları Kemal Yamak Türkiye gladyosunun kurucularından olan bu adam bizzat Demirel’in, Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’den özel isteğiydi. Diyarbakır kolordu komutanlığına yaş kararı olmadan atanmıştır. Bu, anılarında 12 Eylül ertesinde özel olarak bir devlet kararı olduğunu, stratejik bir politika olduğunu, Diyarbakır’daki cezaevindeki yeni bir Kürt sorununa yönelik mücadele olarak geliştirmiş bunun bastırılması ve tasfiye edilmesine yönelik olduğunu söylemiştir. Esat Oktay’ın geldiği dönemde cezaevinde baskılara karşı açlık grevleri vardı. Biraz bu süreçten bahsetmek istiyorum. O dönemde birkaç arkadaş savcılığa çıkarılmıştı. Arkadaşlarımız tekrar cezaevine getirildiklerinde başka bir hücreye konulduklarını ve açlık grevine başladıklarını duyduk. Biz de o dönem baskılara karşı ne tür bir direniş göstereceğimizi tartışıyorduk; fakat henüz tarihini netleştirmemiştik. Arkadaşların hücreye atıldığını ve açlık grevine başladıklarını duyunca biz de 1 Ocak 1981 günü açlık grevine girme kararı aldık. Bu karardan sonra koğuşlarımız zorla basılmaya başlandı, arkadaşlarımız ve bizler dövüldük, darp edildik ve sorguya çekildik. Psikolojik olarak baskı uygulayarak açlık grevimizi kırmaya çalışıyorlardı. 12 günlük bir açlık greviydi. İdareye verdiğimiz dilekçede açlık grevimizin süresini belirtmemiştik. Açlık grevi bitmesine rağmen baskılar sürüyordu. Şubat ayının başında idare iç yönetiminin değiştiğini bildirdi. Bir gün, cezaevinin koridorlarında komando yürüyüşü ve marşlarıyla 4. kattan sesler duyduk. Askeri nizamda, postallarını yere vura vura marş söyleyenlerin başında Esat Oktay vardı. İç güvenliğin değişmesi ve Esat Oktay’la karşılaşmamız böyle oldu. Koridorun başında duran Esat Oktay, “Ben bir askerim, asker asla yalan söylemez, yapacaklarımı göreceksiniz; ben söylediklerimi yapan biriyim. Hepiniz buna tanık olacaksınız’’ gibi tehdit edip gitti. Bu tehditlerden sonra bu sürecin kolay olmayacağını, devletin politikalarının çok farklı olduğunu ve hedeflerinin çok farklı olduğunu anladık.
Esat Oktay’la birlikte işkence sistematik olarak başladı. Tutsaklar hücrelerden çıkarılıp falakaya yatırılıyorlardı. Her gün düzenli olarak ellerimiz ve ayaklarımız sopalarla dövülüyordu. Ellerimizi ya da ayaklarımızı uzatmadığımızda maruz kaldığımız şiddetin yoğunluğu iki katına çıkıyordu.
Esat Oktay’ın özel kodlarından bahsediyorsunuz; örneğin, evet ya da hayır denildiğinde farklı işkence metodları uyguluyormuş. Neydi bu özel kodları?
– Evet böyle kodlar vardı. Mesela banyo yapmak istiyor musunuz demek lağım pisliğinin içine götürülüp batırılıp çıkarılmak demekti. Yemek yemek insan dışkısı yedirilmek demekti. “Çocuklara iyi bakın” dediğinde bir gün boyunca akşama kadar sistemli işkence uygulamaları demekti. Bu ve buna benzer birçok kod kullanmaktaydı, bu kodların hepsinin sonucunda farklı bir işkence metodu uygulanıyordu.
Bu yoğun işkenceler sonucunda sizleri teslim almak istediklerinden söz etmişsiniz ve buna karşı bir direniş kararı almışsınız Ve ölüm orucu başlıyor…
– Diyarbakır 5 No’lu Cezaevinin 200 kişilik bir kapasitesi var ama 12 Eylül’ün gelişiyle birlikte içine konulan insan sayısı yaklaşık 5000–6000. Kim yakalanırsa oraya getiriliyordu. Bu cezaevinde direnişi sürdüren 35. Koğuştu. 40 tane koğuş vardı. Hücreler üst üste 4 katlı ve her katta 10 hücrenin olduğu bir mimari yapıya sahipti. Direnenler yaklaşık 100 kişiydi. Yani 6000 insanın bulunduğu cezaevinde yalnızca 100 insan direnişteydi ve geride kalanların hepsi mevcut kurallara uyuyordu. Çünkü yakalananlar sorgu şokundan sonra koğuşa getirildiklerinde psikolojik olarak sindirilmiş ve kuralları kabul etmek zorunda kalıyordu.
Kitabınızda Kürt Özgürlük Hareketini bitirmeye yönelik konseptlerin olduğunu, “zafer ve ihanet” karşısında ölüm orucunun geliştiğinden söz ediyorsunuz.
– Tabi Diyarbakır cezaevinde o dönemde nerden bakarsan bak 4–5 tane merkez komite üyesi var. Kadro düzeyinde yakalananlarda hepsi o dönemin mücadelesini yürüten insanlar… Aslında 12 Eylül geldiğinde hareketin büyük bir kısmı tutsak düşmüş yani çok az bir kısmı dışarıda kalmış. Nasıl Şeyh Sait ayaklanmaları döneminde herkesi Diyarbakır’da idam ettilerse, Kürt hareketini de bu tutsaklar şahsında yenilgiye uğratmak düşünülüyordu. Eğer bu politika başarılı olsaydı dışarıda kalanlar yeni bir mücadele geliştiremezdi, halk güvenemezdi. Yani Esat Oktay açıkça söylüyordu: “Ben sizi öyle bir hale getireceğim ki, sizi dışarıya bıraktığımda kendiniz çıkmak istemeyeceksiniz.’’ Dolayısıyla işkencelerin amacı sadece kurallara uydurma değil, ruhsal ve kültürel anlamda da değiştirme, tüm ideallerini yok ederek devletin istediği kişilikte bir insan tipini yaratmaktı.
Aslında büyük ölüm buydu değil mi?
– Müebbetle yargılandığımız ve hem uluslararası hukukta hem de kendi hukuk sistemimizde savunma hakkımız olduğu halde işkencelerle, marşlarla öyle düşünemez duruma getiriliyorduk ki mahkemeye çıktığımızda elimizde ne bir kâğıt ne bir kalem oluyordu. Sabahtan akşama kadar marş ve işkence... Benim çok bir temelim yoktu, devrimi, sosyalizmi bilmiyordum. Sadece Kürt olduğumu ve Kürdistan’ın da ancak bu hareketle kurtulabileceğine inanıyordum. Zaten kişisel anlamda hiçbir savunma yapmadık, işkencelerde sadece halkımızın isteklerini söylüyorduk.
O büyük işkencelere karşı sözün bittiği yerde Hayri Durmuş ve Kemal Pir ölümü mahkeme başkanının yüzüne ölümü okuyorlar. Kitapta ruhsal ve örgütsel bu durumun sizdeki karşılığından bahsetmişsiniz.
– Tabi ölüm orucuna gelmeden önce bir ölüm orucu eylemimiz daha oldu; ona kısaca değinmezsem, durum tam olarak anlaşılmaz. İlk defa Şubat 1981’de ölüm orucu eylemi Diyarbakır’da başladı. O döneme kadar genellikle açlık grevlerine gidilirdi; ölüm orucu eylemlerindense kimse bahsetmezdi. Çünkü dünyada ve ülkemizde çok fazla örneği olmayan bir direniş tarzıydı. Dünyada en meşhur açlık grevi ise Gandi’nin açlık grevleridir. Belki de açlık grevi onun şahsında tüm dünyaya yayıldı ve bir eylem biçimi oldu. Açlık grevinin Diyarbakır’da politikaları değiştiremeyeceği bilindiğinden sigara ve su dışında hiçbir şeyin olmadığı ölüm orucuna yatıldı. 1981 Şubatındaki ölüm orucuna 15 arkadaş katıldı. Nisan’a kadar, 45 gün sürdü. Tabi bu ölüm orucu sürecinde mahkememiz açıldı, mahkemede 60 kişi kimlik tespiti yapmadık. Baskı ve işkenceler sona ermeden yapmayacağımızı beyan ederek taleplerimizi dile getirdik. Direnişimizin 45. günde dava mahkemeleri kilitlendi. Bu durum dünya basınının da dikkatini çekmişti. Çünkü mahkemeye götürüldüğümüzde üzerimiz kir pas içindeydi. Fiziki olarak da Hitler-Nazi kampındaki tutsaklardan bir farkımız yoktu; bir deri bir kemik, ayakta duramayacak halde mahkeme salonuna getiriliyorduk. Esat Oktay gelerek bundan sonra cezaevinde işkencelerin yapılmayacağına, mahkemelerde savunma haklarının tanınacağına dair güvence verdi. Bunun üzerine, arkadaşlarımızla ölüm orucu eylemini bitirdiler. Biz de mahkemelerde kimlik tespitinde bulunduk; ancak taahhüt edilen güvenceler yerine getirilmedi; aksine baskılar şiddetlendi ve bunun üzerine birçok tutsakta kırılmalar yaşandı. Kemal arkadaş ve Hayri arkadaş ve diğerleri bundan sonra direnişi mahkemeye taşımaya karar verdiler. Ve bu bağlamda, mahkemede siyasi savunma yapılmasına ve Kürt halkının davasını ve mücadelesini kamuoyuna deklare edilmesine karar verildi. Baskı giderek arttı; marşlar dinletilerek ve söyletilerek bizler düşünülemez duruma getirilmeye çalışılıyorduk. Ve yine mahkemelerde savunmamız yaptırılmıyor ve itirafçılıksa giderek artırılıyordu. Mazlum Doğan mutlaka bir direniş geliştirilmesi gerektiği mesajını veriyor yoksa teslimiyetin artacağını söylüyordu. Koğuşlardan ve hücrelerden insanlar götürülüyor, itirafçı olmaya zorlanıyorlardı. Bizim alt katımızda hücrede bulunanların hepsi itirafçı olmayı kabul etmişlerdi. Dörtler bu uygulamaya karşı kendi bedenlerini ateşe vererek direnişin gelişmesini istiyorlardı. Çünkü yapılan baskı ve işkence uygulamalarını arkadaşlar tarafından mahkemelerde defalarca dile getirilmesine rağmen bu durum mahkeme tarafından hiçbir şekilde dikkate alınmıyor, bir iç güvenlik sorunu olarak görülüp çözümü için herhangi bir yaptırıma gidilmiyordu. Bu yapılanlara karşı ne yapacağımızı aramızda tartışmaya başladık. En sonunda Hayri Durmuş ve Kemal Pir birçok eylem seçeneğini tartıştıktan sonra ölüm orucuna karar kılmışlardı.
Peki, neden ölüm orucu daha uzun süreli olduğu için mi?
– Çünkü, Mazlum Doğan ve Dörtler yaşamlarına son vermelerine rağmen işkence sona ermemişti. Bu bağlamda ölüm orucunun etkileyici bir eylem biçimi olacağı düşünülmüştü. Ölüm orucu zor bir karardı çünkü büyük bir irade isteyen aynı zamanda karşı tarafın psikolojisini bozan ve gücünü azaltan bir direniş biçimiydi. 14 Temmuz 1981 günü Urfa grubunun duruşma günüydü. Hayri Durmuş o gün çok hareketliydi. Bir asker, “Hayırdır Hayri, neden yerinde duramıyorsun” deyince Hayri, “Sol göğsüm ağrıyor” dedi. Aslında bu yaşadığı mahkemede söz hakkı verilip verilmeyeceğiyle ilgili yaşadığı stresten ötürüydü. Mahkeme başladığında Hayri Durmuş birkaç kez söz hakkı istedi. Fakat, mahkeme başkanı “Daha sonra” diyerek söz hakkı da vermedi. Bunun üzerine Hayri Durmuş çok önemli bir açıklamada bulunacağını söyleyerek tekrar söz hakkı istedi. Ve ardından söz hakkı verildi. Hayri Durmuş, mahkeme koşullarının zorluğundan, oradaki işkencelerden, arkadaşlarının ölümlerinden bahsetti. Ve tüm bu yaşananları önleyemediğinden dolayı borçlu olduğunu beyan ederek ölüm orucu kararını açıkladı ve mezarına da “Bu adam borçludur” yazılmasını istedi.
Mahkeme heyeti çok şaşırdı, adeta şok oldu. Ölüm orucu kararını geri almasını istedi. Mahkeme heyeti cezaevinde yaşanan baskı ve işkenceyi Kolordu Komutanlığına ileteceğini ve buna müdahale edileceğini, ölüm orucundan vazgeçilmesini söyledi. Hayri Durmuş, “Hayır” deyip geriye dönünce Kemal Pir söz aldı (Müthiş sevinçliydi). Kemal Pir, Hayri Durmuş a katılacağını söyledi. Mahkeme heyeti, “Yaşamayı sevmiyor musun Kemal” diyince Kemal Pir, “Hayır, ben yaşamayı uğrunda ölecek kadar seviyorum” dedi. Onlardan sonra, Ali Çiçek söz hakkı istedi. Ve o da Kürt hareketinin ona verdiği direnişi gerçekleştiremediğine dair özeleştirisini verdikten sonra bu mahkemenin onun da son mahkemesi olduğunu söyledi. Ardından Bedrettin Kavak ve birkaç kişi daha kalktı; kendilerinin de ölüm orucuna katılacaklarını söylemeleri herkeste şaşkınlık yarattı. Bu karardan sonra ilk defa o gün ringlerde dayak yemedik, hakarete maruz kalmadık. Muhtemelen komutanlar “Karışmayın” diye talimatlar vermişlerdi. Çünkü devlet “Biz hepsini sindirdik” diye düşünürken o gün devletin politikası alt üst olmuş ve yeni bir süreç başlamıştı. Bizi cezaevine getirdiklerinde Esat Oktay çıldırmış ve panik halinde bağırarak “Kemal, 81 ölüm orucunda neden ölmedin” dedi. Kemal Pir de “O zaman ölmesini bilmedik ama şimdi ölmesini biliyoruz” diye cevap verdi. Ardından kimlik tespiti yapılıp hücrelere konulduk. Dayaksız ve küfürsüz bir şekilde hücrelere konulmamız karşısında hepimiz çok şaşkındık. Şaşkınlık karşısında ne olduğunu soran arkadaşlara ölüm orucu direnişinin başladığını anlattık. 6 kişiyle başlayan ölüm orucu genişleyerek devam etti. Birkaç gün sonra ben de katıldım; ancak beni kararımdan vazgeçirmek için sinema salonu diye bir yere götürdüler. Ağustos sıcağıydı, bir damla su yoktu ve tuvalet ihtiyacım karşılanmıyordu. Benim direnişten vazgeçmediğimi gördüklerinde beni diğer arkadaşların yanına götürdüler. Bir taraftan da, direnişimizi kırmak için ciddi bir psikolojik baskı yapılmaktaydı. Örneğin, “Lübnan işgal edilmiş, Apo yakalanmış, yakında Türkiye’ye getirilecek” gibi haberler gazetelerde vardı. Her şeyin yasak olduğu cezaevinde bu gazeteler bedava dağıtılıyordu. Kemal Pir bana seslenerek, “Ne yazıyor” dedi, ben de bu tür haberlerin yazıldığını söyledim. O da, “Bu haberler yalandır, Abdullah arkadaşı yakalayamazlar. Onun şimdi nerede olduğunu tahmin ediyorum” diye cevap verdi. Hayri Durmuş 2. kat 9. Hücredeydi. İlk ölüm orucunu başlattığından dolayı onun üzerindeki baskı daha büyüktü. Diğer arkadaşlara yırtık, kokan döşekler verilmişti fakat Hayri Durmuş’a hiçbir şey verilmemişti; betonun üzerinde yatıyordu. Ölüm orucunda olan arkadaşların hücrelerinin karşısında plastik bidonlarla su, reçel kutuları bırakılmıştı. O sıcaklarda ölüm orucu direnişimizdeki iradenin kırılmasına karşın bunlar yapılıyordu. Yapılan en güzel yemekleri tabaklarla karşımıza koyuyorlardı. Bidonlarla üzerimize sular boşaltıyorlardı.
Bu uygulamalar ölüm orucundayken mi oluyordu? Ölüm orucunda günler nasıl geçiyordu?
– Evet, ölüm orucundayken yapılıyordu. Kemal Pir, Hayri Durmuş’tan her gün türkü isterdi o da hep “Ağlama Yar Ağlama” türküsünü söylerdi. Başka arkadaşlardan da isterdi. Kendisi de her gün bir şehir plakasını seçip bize o şehri anlatırdı. Onunla birlikte biz o anda o şehirleri gezip, dolaşıp, tanırdık. Çünkü Kemal Pir’in dolaşmadığı şehir kalmamıştı. Ölüm orucu direnişimizde bu baskılar karşısında bir arkadaşımız ölüm orucunu bıraktı.
O kişi kimdi?
– A. K. bırakınca idare bu kişinin üzerine gitti. Aslında bunların ölüm orucunda olmadığını yemekleri yediklerini farelere verilen yemekleri yediklerini söylettirdiler.
İrade kırılmasına yönelik değil mi?
– Evet. O kişiye cezaevinin hoparlörlerinde bizim ölüm orucunda olmadığımıza, farelere verilen yemekleri yediğimize dair uzunca bir metin okuttular. Kemal Pir, “Bu metnin yazarı, Şahin Dönmez’dir” dedi. Kemal Pir o metnin kime ait olduğunu gerçekten biliyordu. 56 gün boyunca her sabah Kemal Pir ölüm orucunda olan bütün arkadaşlara seslenir ve onları uyandırırdı. 56. Gün sabahı Kemal Pir kimseyi uyandırmadı. Hayri Durmuş’un, “Kemal, Kemal” diye seslendiğini duyduk. Bunun üzerine, biz de seslenmeye başladık. Fakat, Kemal Pir’den herhangi bir ses gelmiyordu. Ve Kemal Pir yaşamını yitirmişti… İdare tarafından biz görmeyelim diye Kemal Pir’in kaldığı koğuşun yan tarafları battaniyelerle kapatılarak cenazesi götürüldü. Ben, Kemal Pir’i de dışarıdan tanıdığımdan dolayı çok seviyordum. Ölümünden sonra, 40. günde olan ölüm orucu eylemimizde ben de depresyona girmeye başlamıştım. Ve ölüm orucunda olan arkadaşlar da artık kendilerinde değillerdi. Bunun üzerine, hastaneye kaldırıldık. Kemal Pir’in ölümünün dışında diğer arkadaşların da yaşamlarını yitirdiğinden haberimiz yoktu. Ölümlerden sonra askeri müşavirler ve gardiyanlar Mustafa Karasu’yla görüşmelerde bulunuyorlar, ölüm orucunun bitirilmesi ve taleplerinin kabul edileceğini söylüyorlar. Bundan sonra cezaevi idaresinin değişeceğini, Esat Oktay’ın oradan gönderileceği üzerine ölüm orucu eylemi bitirildi.
Ondan sonra uygulamalar değişti mi?
– Evet, bir anlaşma yapılıyor; Hayri Durmuş ölmeden önce Mustafa Karasu’ya “Biz bu direnişimizle öleceğiz; biz öldükten sonra talepleri kabul edecekler. Bu talepler kabul edilince de ölüm orucunu bitirin; başka arkadaşlara herhangi bir şey olmasın” diye özellikle belirtiyor. 1982 ölüm orucunun bittiği süreçte Esat Oktay Diyarbakır cezaevinden alındı; Esat Oktay’ın ekibinden sadece Üsteğmen Ali Osman Aydın kalmıştı.
Soracağım soru aslında birçok tutuklunun düşündüğü şey kaçmak, sizi de cezaevine girdiğiniz ilk günden itibaren hep kaçmayı düşünmüşsünüz. Siz kaç kez kaçmayı denediniz?
– Aslında kaçmak tüm tutsakların aklında vardır. Özellikle siyasi bir tutukluysan ve bir amacın varsa tutsaklık çekilmez bir hal alıyor. Çünkü tutsak düşmeyi kabullenemiyorsun. Dolayısıyla kaçma fikri aklının bir köşesinde her zaman oluyor. Zamanımın bir bölümü cezaevinin yapısındaki zayıf yerleri tahlil ederek geçiriyordum. Ben de cezaevine geldiğimde aklımda görüş kabinlerinin arkasına geçmek ve ailelerle birlikte dışarı çıkmak gibi düşüncelerim vardı. Bu düşüncelerimi bir arkadaşımla paylaşıyordum; ancak o arkadaşım da bana hiç olumlu bir şey söylemiyordu. “Eğer öyle bir şey olsaydı Hayri arkadaş ve diğerleri de bunu düşünürlerdi” diyordu. Ben bir şey düşünüyorsam muhakkak herkes o noktayı tespit etmiş gibi oluyordu; ben de çok tecrübesi olan biri olmadığımdan dolayı fikrimi gidip diğer arkadaşlarla paylaşmıyordum. Eğer paylaşmış olsaydım, belki bu yollar denenebilirdi. Örneğin, o zaman askerler görüş kabinlerinde de değillerdi; kabindeki teller kesilip karşı tarafa geçilebilirdi. Karşı tarafa geçtiğimizde çarşaflı olan bir kadın annelerimizin çarşaflarını giyerek çıkılabilirdi. Ama 12 Eylül gelince yaşamak değil, artık onurumuzu kurtarma derdine düşmüştük.
20 yıl cezaevinde kaldınız değil mi?
– Evet
Bundan 10 yıl önce bir kitabınız daha çıktı. Yanılmıyorsam ismi “Bu şehir bana yabancı”ydı. Şu anki ruh halinizi soracağım ve bu şehir hâlâ size yabancı mı?
– Belki şöyle denilebilir. 11 yıldır çıktıktan beri İstanbul’u benimsedik hoşumuza gidiyor gibi geliyor ama aslında öyle değil. Yaşam koşulları zor ve aynı zamanda insanın ahlaki değerlerini yıpratıyor. Çünkü öz-savunma içinde bulunmak zorundasın. Ben de bu yabancı şehirde kendi saygınlığımı oluşturmak için bir savunma geliştirdim. Bu hayatın içinde kaybolmadan, ahlaki değerlerini yitirmeden ayakta kalmaya çalışmak da bir mücadeledir aslında.
O vahşetten sonra Diyarbakır Cezaevini gördünüz mü hiç?
– Evet. Önünden geçtim yalnızca. Ama biz içindeyken bir şehir gibi gelirdi bize, büyük, aşılamaz bir yerdi. Ben girdiğimde etrafı bomboştu birkaç gecekondunun dışında. Şimdi sanırım artık şehir merkezine taşınmış gibi. Cezaevinin şehir merkezine taşınmasının nedeni de yaşanan çatışmalardan dolayı göçlerin çok yaşanmasıdır.
Diyarbakır Cezaevi’nin Utanç Müzesi olması tartışılıyor; siz ne düşünüyorsunuz?
– Aslında bütün toplumlar, bütün sistemler kendi tarihiyle, kendi gerçekliğiyle yüzleşirler. Eğer Türkiye de demokratikleşmek istiyorsa kendi iç sorunlarını çözmek zorundadır. Bütün farklı kimliklere karşı uyguladığı politikalarla yüzleşmelidir. Bu yüzleşmenin simgesel anlamda en çarpıcı temsiliyeti de Diyarbakır’da vahşetle anılan, insanlık tarihinin en utanç verici işkence yöntemlerinin uygulandığı yerin bir müzeye dönüştürülmesi gerekir. Bu bağlamda, işkencenin nasıl bir şey olduğunu, nasıl onur kırıcı olduğunu insanlara göstermek ve anlatmak gerekir. Örneğin, Almanya’da Nazilerin toplama kampları müzeye dönüştürülmüş, Polonya’daki toplama kampları da müzeye dönüştürülmüş; çünkü yeni vahşetlerin oluşmaması adına toplumsal bir vicdan oluşturulmaya çalışılmış. Ama maalesef halen Türkiye böyle bir gerçeklikle yüzleşmekten uzaktır. En çok mesela 12 Eylül anayasının değiştirilmesi için referanduma gidildi; fakat 12 Eylül’le ciddi anlamda bir hesaplaşma yapılmıyor. Suçluların ortaya çıkarılması gerekir. Toplumun benliğinde oluşan tahribatın onarılması ve iç barışın sağlanmasında büyük bir rol oynayacaktır.
Diyarbakır Cezaevi ile ilgili bugüne kadar birçok kitap yazıldı, belgesel yapıldı. Sizin kitabınız “Ölüm Koridoru” çok daha somut yazılmış, yani olan-olmayan, yapılan-yapılmayan mücadeleden düşen ve mücadeleye devam edenlerle ilgili çok net bir dil kullanılmış.
– Evet, öyledir. Aslında herkes Diyarbakır’ı konuşuyor ama Diyarbakır Cezaevi’nde neler yaşandığını çok kimse bilmiyor. Sadece kulaktan dolma bilgilerle yazılıyor ve anlatılıyor. Bu da yaşananları anlatmak için yetersiz kalıyor. Aslında yaşananları o süreci yaşamış kişilerin yazması ve anlatması gerekir. Ben de direkt olarak yaşanmışlıklarımı ve yaşanmışlıkları daha yalın bir dil kullanarak somut ve objektif anlatmaya çalıştım. Ve kitap çalışmasını da zaten röportaj şeklinde yaptık. Bu açıdan çok daha somut bir kaynak aslında; çünkü yaşananları en gerçek haliyle aktarabilecek olanlar bunu birebir yaşayanlardır. Ne yazık ki Türkiye’de olanları olmamış gibi göstermeye çalışırlar; olmayanı ise olmuş gibi aktarırlar. Tabi gerçekten kendi insanını seviyorsan, ona karşı samimi bir duruş sergilemen gerekir. Yaşanan her neyse onu olduğu gibi aktarmak ve onla yüzleşmeyi sağlamak adına bu kitapta olanları anlatmaya çalıştım.
Son olarak ne eklemek istersiniz?
– Umarım bu kitap Türkiye’de Kürtlerin nasıl bir süreçten geçtiğini, Kürtlerin yaşadıklarından küçücük bir parçasını anlamaya yardımcı olur. Kendini bir tarafa anlatma bir bedel ödemek bir de o bedelin üzerine filizlenmek gibi bir şeydi aslında. Öbür taraftan bugüne kadar yapılan baskı, zulüm, işkence bir yerden direnişle kırıldı gibi geldi ve öyle devam etti. Artık Türkiye bu gerçeklikle yüzleşmek zorunda öyle orayı yıkıp da okul yapacağız değil. Kürtlerin başına getirilenlerle yüzleşmek ve Kürtlerle gerçekten kardeş gibi yaşayacaksa dünya kamuoyuna açıklamakla bu anlamda böyle bir demokratik sürecin geliştirilebileceğini söyleyebilirim
İhsan Kaçar,
Firatnews.com (ANF), 21 Eylül 2011ISBN:9786055585730
- Yorumlar
- Yorum yazBu kitabı henüz kimse eleştirmemiş.